İnsan kendi batınına iyi bir şekilde bakacak olur da nefsanî özelliklerini insaflı bir şekilde incelerse, kendisinin nefsanî kusur ve hastalıklarının farkına varabilir; zira insan kendi nefsini herkesten daha iyi tanır.[1]
Ancak bizim asıl problemimiz, hakemlik sırasında tarafsız olmayıp genellikle kendi nefsimize karşı iyimser olmamızdır. Kendimizi, özelliklerimizi, fiillerimizi ve sözlerimizi iyi ve kusursuz bilmekteyiz. Nefs-i emmare (kötülükleri emreden nefis), şeytanî işleri bizim için öyle süslemiştir ki, hatta kötü işleri bile iyi görmekteyiz.[2]
Bu yüzden de kusurlarımızı ıslâh edemiyoruz. Bunun tek çaresi, kendi nefsimize karşı devamlı kötümser olmak, suizanda bulunmak, kötülüklerimiz ve nefsanî hastalıklarımızın oldukça çok olduğuna ihtimal vermek, hatta buna inanmak ve bu bakış açısıyla kendi nefsimizi incelemektir.
Emir'ül-Müminin Hz. Ali (a.s) şöyle buyurur: "Mümin, kendi nefsine karşı suizanda bulunur; daima onda kusur arar ve ondan iyi işleri ister."[3]
Başka bir yerde ise takvalı insanları şöyle tanıtır Mütakilerin Emiri: "Onlar kendilerini itham altında tutar, nefislerine karşı suizanda bulunurlar; amellerinden korkarlar. Onlardan birini, birisi üstün görür, temiz sayarsa, söylenen sözden korkar da der ki: Ben kendimi, başkalarından daha iyi bilirim, Rabb'imse beni benden daha iyi bilir."[4]
İnsanın kendi nefsinin kusur ve hastalıklarını bulup ıslâh etmesine müsaade etmeyen büyük engellerden biri, onun kendi nefsine karşı iyimser oluşudur. Birçok insan şeytanın aldatmalarına kanmakla birlikte, aynı zamanda kendisini doğru yolda olanlardan ve kurtuluşa erenlerden sanmaktadır.[5] Bu ise Hak yolcusunun "sırat-ı müstakîm"den sapmasının başlıca belirtilerindendir. Eğer bu engeli giderecek olur da nefsinin kusurlu oluşuna ihtimal vererek onu inceleyecek olursa, kesinlikle onun hastalıklarını tanıyıp ıslâh edebilir.
Sırat-ı müstakîm diye adlandırılan doğru yolu anlama konusunda gerçekte yanlış bir yöntem izleyen, ayetlerden ve rivayetlerden sonuç çıkarma konusunda doğru yöntemlerden sapan insanlar, geçmişte olduğu gibi günümüzde de vardır ve gelecekte de olacaktır. Aynı şekilde Allah'a doğru çıktığı ilâhî yolculukta doğru yol üzerinde yürüme konusunda başarılı olamamış ve daha yolun ortasında iken şeytan tarafından aldatılmış, nefsin hilelerine kanmış, şeytanın ve nefsin tuzağına düşmüş birçok insan geçmişte var olduğu gibi günümüzde de vardır.
Bu nedenle ahlâk âlimleri, doğru yolu anlayabilmesi, doğru yol üzerinde hiçbir yöne sapmadan hareketine devam edebilmesi, şeytanın ve nefsin hile ve tuzaklarından korunabilmesi için sâlikin, sülûkun başından sonun kadar yetkin birisinin yol göstericiliğinden ve kılavuzluğundan faydalanmasının gerekli olduğunu söylemişlerdir.
Şöyle ki insan, kendi kusurlarını tanımak için, hem amel, hem de ilim bakımından mücahede sahibi olan, Peygamber'i (s.a.a) ve temizlik timsali olan Ehlibeyt'i örnek alan ve onları izleyen yetkin bir kılavuzu seçmesi, kendi nefsini ıslâh etmiş olan ihlâslı ve ilim sahibi ahlâk âlimlerinden birine müracaat ederek kendi nefsindeki özellikleri tamamen ona açıklayıp ondan, nefsinin kusurlarını ve çirkin özeliklerini kendisine hatırlatmasını istemesi gerekir. Çünkü, İslâmî bir psikolog ve ahlâk hocası olan, aynı zamanda amel ehli ve ahlâkî değerlerin aynası olan bir ruh doktoru, nefsi ıslâh etme, Allah'a doğru seyr ve sülûk etme doğrultusunda çok etkili olabilir. Mevlanâ da bu konuda şöyle demektedir:
"Ey Hak yolunun yolcusu, kendine bir pîr seç; çünkü bu yolculukta pîrsiz olursan, pek büyük afetler, korkular, tehlikeler vardır.
Sen birçok defalar gelip geçtiğin bu yolda bile kılavuzsuz gidersen, şaşırıp kalırsın.
Ya hiç görmediğin bir yolda ne olursun? Öyleyse aklını başına al da, kılavuzsuz olarak yola düşme."
İyi, bilgili ve hayırsever arkadaş, nefsi ıslâh etme ve çirkin sıfatları tanıma doğrultusunda, insana yardım edebilecek Allah'ın büyük nimetlerinden biridir. Ancak onun bilgili olup, iyi ve kötü sıfatları tanıyan birisi olması şarttır. Ayrıca iyiliksever ve güvenilir de olmalıdır. Zira eğer iyi ve kötü sıfatları tanımazsa, bu konuda insana yardımcı olamaz, hatta tam aksine iyiyi kötü ve kötüyü de iyi gösterebilir. Güvenilir ve iyiliksever biri olmadığı takdirde de, kendi aklınca arkadaşlığını korumak ve arkadaşını üzmemek için onun kusurunu kendisinden gizleyebilir, hatta onun hoşlanması için kötü yönlerini iyi göstererek onu övüp, yüceltebilir.
İnsan böyle bir arkadaş bulabilirse, gördüğü her türlü kusur ve noksanlığı kendisine hatırlatmasını istemeli ve uyarılarından dolayı ona teşekkür etmeli, kendi nefsini ıslâh etmek için onlardan yararlanmalıdır. Onun uyarılarından dolayı rahatsız olmak bir yana dursun, hatta buna sevindiğini bile dile getirmelidir.
Kendisinden görüşünü açıklaması istenen böyle bir arkadaş, ihlâs ve sadakatinin derecesini bilfiil ispatlamalıdır. İnsaflı bir şekilde, sevgi ve düşmanlıktan uzak olarak arkadaşının özelliklerini dikkatle incelemeli, onda gördüğü her kusuru arkadaşça ve hayrını ister bir dille ona açıklamalıdır. Mümkün olduğu kadar da bunu gizli bir şekilde yapmalı ve başkalarının yanında onun kusurlarını açıklamaktan cidden kaçınmalıdır. Hedefi, gerçeği söylemek olmalı ve kusurları büyütmekten sakınmalıdır. Zira mümin, mümin kardeşine karşı insanın güzellik ve çirkinliklerini büyütüp küçültmeden, eksiltip çoğaltmadan gösteren ayna gibidir.
Tabiî insanı kusurlarını ıslâh etmek maksadıyla uyaran böyle şefkatli arkadaşlar da azdır; ancak böyle bir arkadaş bulan kimse, büyük bir saadete nail olmuş demektir. Bunun kadrini bilmelidir, uyarılarına sevinmeli, teşekkür ederek kadirşinaslığını dile getirmelidir. İmam Cafer Sadık (a.s) bu konuda şöyle buyurur:
"Kardeşlerimden en çok sevdiğim kimse, kusur ve ayıplarımı bana hediye eden kimsedir."
İnsan genellikle kendi kusurundan gafildir; ancak diğerlerinin kusurunu görür, onların çirkinliğini iyi idrak eder ve meşhur deyimle; "Başkalarının gözündeki samanı görür, onu dağ gösterir; ancak kendi gözündeki dağı görmez."
Bundan dolayı nefsanî kusurları tanımanın yollarından biri de, kendi kusurlarını başkalarının kusurlarıyla karşılaştırmaktır. İnsan başka birinde bir kusur görünce, onu eleştirmeye kalkmadan önce, kendinde bu kusuru aramalı ve bu maksatla kendi nefsini incelemelidir. Aynı kusuru kendi nefsinde de bulursa, onu ıslâh etmeye çalışmalıdır. İşte bu durumda başkalarının kusurunu görmekten ibret alıp kendi nefsini ıslâh etmek için çaba harcar.
Nitekim Resulullah (s.a.a) şöyle buyurur: "Mutlu ve saadetli kimse, başkalarından ibret alandır".[6]
İnsanın arkadaşları, genellikle onun kusurlarını kendisine söylemekten sakınırlar; düşmanları ise tam tersine onun her işini eleştirirler. Elbette düşmanların eleştirileri çoğu zaman takva ve ihlâs üzerine değildir; bilâkis kin, haset ve intikam hırsı gibi duygular, onları tenkit etmeye sevk etmektedir. Ancak insan onların tenkitlerinden kendi lehine yararlanabilir.
İnsan düşmanların tenkitlerine karşı iki çeşit tavır alabilir:
1) Savunmaya geçip; "Bu eleştiri düşmandandır, onun maksadı da hayır değildir." diyerek eleştiriyi dikkate almayabilir. Böyle birisi, kendi kusurunu ıslâh etmek yerine çoğu zaman başkalarında var olan yanlışlıkları da yapar.
2) Düşmanların tenkitlerini iyice dinleyip, hakikati öğrenmek için kendi nefsine müracaat eder ve insaflı bir şekilde onu inceler. Düşmanın eleştirilerinin yerinde olup, nefsinin kusurlu olduğunu görürse, derhâl kendini ıslâh etmeye çalışır. Hatta uygun görürse, kusurunu söyleyerek nefsini ıslâh etmesine sebep olan böyle bir düşmana teşekkür bile edebilir. Bu açıdan bir düşman, insanın kusurlarını örten, onu metheden, ona karşı dalkavukluk yapan cahil ve bilgisiz bir dosttan kesinlikle daha iyi ve faydalıdır.
[3]- Nehc'ül-Belâğa, Hutbe: 176
[4]- Nehc'ül-Belâğa, Hutbe: 193
[6]- Bihar'ul-Envar, c.71, s.324 |