Çerşenbe, 24.04.2024, 02:35
Приветствую Вас Qonaq | RSS

islam dini

Bölmələr
    Şiə cavabları
    Sorğu
    Saytı qiymetlendirin
    Cəmi cavab: 6951
    Sayğac

    Onlayn: 1
    Qonaq: 1
    İsifadeçi: 0
    Форма входа

    Meqaleler kataloqu

    Главная » Статьи » Türkçe » Yazarlar

    Kemale Erme Merhaleleri

    Esselamu Aleyke Ya Binte Resulallah

    Esselamu Aleyke Ya Gurretil Eyn-i Rasul

    Kemale Erme Merhaleleri

    Gerçek ibadet ve samimi kullukta gizli olan güç ve kudreti elde edebilmek için kat edilmesi gereken merhale ve menziller vardır.

    İbadetinin niteliğini arttırıp kulluğunun kemalini yükseltmek, ihlas ve dupduru bir niyetle ibadet etmek, kısacası Yüce Allah’ın istemiş olduğu şekilde O’na ibadet ve kullukta bulunmaktır ilk merhale.

    “Bizim rızamızı kazanmak için –canıyla ve malıyla- cihad edenlere hiç şüphesiz –rüşd, saadet, kemal, keramet, cennet ve Allah’ın rızasını kazanma makamı gibi- yollarımızı gösteririz.”

    “... Eğer bütün işlerinizde Allah’tan korkup sakınırsanız, Hakkı batıldan ayıran –furkan- bir basiret verir size...” 

    “... Şüphesiz, namaz; kötü ve çirkin işlerden alıkoyar...”

    “... Sizden öncekilere farz olduğu gibi oruç, sizde de farz oldu; takvalı olmanız, Allah’tan sakınmanız için”

    “ Ey iman edenler! -Sorunlarınızın çözülmesi, günah ve çirkinliklerden uzak kalmanız ve Hakkın rahmetini elde edebilmeniz için- sabır ve namazdan yardım alın”  

    Ubudiyetin bu merhalesinde insanın dayandığı şey, özel bir basiret ve idrak gücüyle, insanın nefsani arzu ve isteklerine egemen olabilmesidir. Başka bir değişler ubudiyet ve kulluğun ilk etkisi, insanın nefs-i emaresine egemen ve tam anlamıyla hakim olmasıdır.

    Dağınık fikirlere egemen olmaktır diğer bir menzil. Başka bir değişle insanın hayal gücüne kendisinin hakim olması, hayal ve düşüncelerini kontrol altına alabilmesidir.

    İnsanın en ilginç güçlerinden biri hayal ve düşünce gücüdür. Bu güç sayesinde insan her an bir meseleden diğerine zihin yorabilmekte, türlü hatıra ve anların çağrışımı mümkün olmaktadır.

    Normalde bu güç bizim kontrolümüzde değil, biz bu tuhaf gücün kontrollerindeyiz. Bu nedenledir ki; zihnimizi belli bir konu ve düşünce etrafında toplayıp ona odaklanmak ve ondan başka bir şey düşünmemek için ne kadar uğraşsak ta bu mümkün olmamaktadır.

    Hayal gücümüz, zihnimizi bizim elimizde olmadan şuraya buraya götürür. Mesela namazda ne kadar istesek de kalbimizi huzurlu tamamen sadece namaza odaklanamayız.

    Sevgili Nebi (s.a.a) bu hususta çok güzel bir teşbih ve benzetmesi vardır. Hz. Resulullah (s.a.a) hayal gücü ve düşüncelerimizin esiri olan insanların kalbini, çöl veya ovalardaki bir ağacın dalına takılı hafif bir tüye benzetmekte ve bu tüyün, rüzgâr hangi taraftan eserse o tarafa dönüp ikide bir alt üst olduğunu buyurmaktadır.

    “ İnsan kalbi, bir ağacın dalına takılı bir tüye benzer, esen rüzgârla yön değiştirir.”

    Bir başka hadiste de şöyle buyuruyor:

    “ İnsanoğlunun kalbi, kaynayan bir kazandan daha fazla fokurdar, sürekli alt-üst olup durur.”

    Mevlana mesnevi’sinde bunu pek güzel ifade eder:

    “Peygamberimiz kalbi bir tüye benzetti hak

    Sahralarda başıboş bir tüy gibi

    Rüzgâr ne taraftan eserse o tarafa döner durur

    Bir sağa, bir sola... 180 derece farklı yollara...

    Bir başka hadiste de kaynar kazan gibidir kalp

    Her an fikri değişiverir kalbin

    Bu, kalbin kendinden değil, başka yerden gelir ona...

    Sahi, insanoğlu kendisindeki bu hayal ve düşünce gücünün esiri olmaya mahkûm mudur acaba?

    Serçe gibi olalım, dala konup duran bu esrarengiz güç, insana egemen olacak şekilde mi programlanmıştır?       

    Yoksa tam tersine, insan kendisindeki bu tür güçleri kontrol altına alabilecek şekilde mi yaratılmış, programlanmıştır?

    Bu durumda, hayal ve düşünce gücünün esiri olması, karamsarlığından ve zayıflığından, kendisini koyuvermesinden midir yoksa?

    Kamil ve velayet ehli insanlar bu serkeş gücü kontrol altına alabilir, ona tamamen hâkim olabilir.

    Buna da şüphe yoktur.   

    Zira insanoğlunun bir vazifesi de heves ve arzularını dizginlemek, hayal ve düşünce gücünü kendi kontrolü altına alabilmektir. Aksi takdirde bu şeytani güç, insanın kemale ermesini, Hakkın rızası yolunda yürümesini engelleyecek ve insanın bütün güç ve yeteneklerini boşuna harcayıp tüketmesine neden olacaktır.

    Büyük bilge Mevlana’nın da dediği gibi:

    “ Can, sürekli ham hayallerin tekmeleri altında inler

    Bir karı bir zararı düşünen insan hep kaybedeceği korkusuyla tedirgin yaşar

    Ne neşesi kalır, ne huzuru, ne nuru

    Ne de onu gökyüzüne götürecek bir yolu...”

    Kulluk yolunun yolcuları, bu yolun ikinci merhale ve ikinci menzilinde hayal ve düşünce gücünü ehlileştirip ona hâkim olurlar; bu serkeş gücü kontrol altına alıp istedikleri hedefe yönlendirirler. Bu hâkimiyet ve kontrolü sağlamanın insana kazandırdığı en önemli şey, ruh ve canın Allah’a eğilimli fıtratı gereğince O’na doğru yükselmek istediğinde bu yaramaz ve haylaz gücün oyalayıcılıklarına takılıp kalınmamalıdır.

    Mevlana, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) “ iki gözüm uyusa da kalbim uyanıktır benim” buyruğunu Mesnevi’de ne güzel açıklıyor:

    “ Bak Peygamberimiz uyurken bile

    Kalbimizin gözleri görür, gönlüm uyanıktır benim, diyor

    Ya sen? Gözün açıkken bile hep uykudasın!

    Sen kendinde bile değilken

    Sevgili Peygamberin hayal ve düşünceden çok ötelerde kanatlanmakta

    “düşüncelerimi aşktan aştım ben” diyor

    Onlar bana değil, ben düşüncelerime hâkimim dostum!

    Çoğu insanlar düşünce ve hayallerinin esiri olurlar

    Bu nedenle de hep bitkin, yorgun, üzgün ve bezgindirler

    Ben bir kartalım düşüncelerim sinek

    Sinek, kartalın uçtuğu yüksekliklere ulaşabilir mi hiç?

    Sufliliklerden, aşağılık özelliklerden avsınmışım ben

    Bu nedenle aklın ermeyeceği doruklara yükselebilirim.”

    Her insan, düşünce gücünü değişebilecek güç ve yeteneklere sahip olarak yaratılmıştır.

    “ Allah, kimseye gücünün yeteceğinden fazla bir sorumluluk yüklememiştir”

    Bir müslüman, ibadet çerçevesinde dikkatini yüce Yaratıcıya verebilirse bu yeteneğini kullanabilir hale gelecektir. Hint fakirleri düşüncelerini ve kendi nefislerini kontrol altına alabilmek için başka yollara başvurmakta ve kendilerine olmadık zulüm ve eziyetlerde bulunup saçma ve anlamsız bir hayat sürdürmek suretiyle bu kontrol gücüne çok az oranda ulaşabilmektedirler. Oysa islam, o eziyet ve cefalara hiç gerek kalmadan, söz konusu kontrol ve hâkimiyeti tamamen sağlayabilmektedir.

    Kalbini yüce Allah’a yöneltip O’nu düşünmek ve bütün âlemlerin yaratıcısı olan mutlak kudretin huzurunda bulunduğunu düşünerek O’na odaklanmak, düşünceyi bir noktada toplayıp konsantre olabilmek için gerekli zemini hazırlamaya yetmektedir.

    Büyük islam bilgini İbn-i Sina diyor ki:

    “marifet ehli için ibadet, çaba ve gayretlerin idmanı ve hayallerle nefsanî vehimlerin ehlileştirilme sürecidir. Birey, bu idmanı tekrarlayıp kendini hep yüce Hakkın huzurunda bulunduğu fikrine alıştırırsa bütün fikir ve düşüncelerini madde ve doğal olan yüce Hakk’a doğru kaydırmayı ve rahatça O’na odaklanmayı başarır. Sonuçta bu güçler insanın Allah’a eğilimli olan fıtrat ve özbeninin emrine girer ve insan kendi nefsine, düşünce ve hayal gücüne hakim hale gelir. Böylece insanın Yüce Rabbine pek meyilli olan fıtratı, O’na yönelmek ve O’nun cilvesini elde etmek istediğinde bu güçler, eksi cihetle hareket edemez ve insanın iç dünyasında ulvi ve süfli eğilimler çatışması yaşatmaz, insan böyle bir deruni zıtlaşmadan kurtulur ve batın sırrı, bu tür engeller ve rahatsızlıklarla karşılaşmadan batından ışık alabilir.”

    Bu merhale ve menzillerden sonra ki ise; ruh; güç ve egemenlik çoğu durumlarda bedenden bağımsız olabilmekte ve beden yüzde yüz ona muhtaçtır. O, birçok konuda artık bedene ihtiyaç duymamaktadır.

    Ruhla beden birbirine muhtaçtır. Bedenin hayatı tamamen ruha bağlıdır. Ruh, bedenin yüzü ve muhafızıdır. Ruhun bedeni koruma temayülünü yitirmesi, bedenin bozulmasına yol açar. Diğer taraftan ruh, ancak bedeni kullanarak faaliyet edebilmektedir. Bedenin uvuz ve parçalarını kullanmadan ruhun hiçbir şey yapabilmesi mümkün değildir.

    Ruhun bedene muhtaç olmaması demek, bazı faaliyetlerinde bedeni kullanma zaruretinden ve ona bağlılıktan kurtulması demektir. Bu bağımsızlık bazen bir an, bazen defalarca bazen de sürekli olabilir. Bu halde “hal-i beden” veya “bedeni terk etmek” denir.

    İşrakiye okulunun ünlü bilgesi Suhreverdi “bedenini terk etmeyene biz bilgeme hekim (hikmet ehli) demeyiz!” der.

    Mir Davud da şöyle der: “Biz, bedenini dilediği anda terk etmeyene hekim (hikmet ekli) demeyiz; gerçek hekim, dilediğinde bunu yapabilendir.”

    Diğer bir mertebede beden bakımından bireyin iradesine teslim olur ve onun hakimiyeti altına girer. Bu merhalede bireyin bizzat beden sahasında olağanüstü şeyler gerçekleşebilir. İmam Sadık (a.s) bunu şöyle ifade eder:

    “Nefsinin himmet ve iradesinin güçlü olduğu ve gerçekleşmesini ciddi şekilde istediği hiçbir konuda insanın bedeni acziyet göstermez”

    Bu, en yüksek merhale ve mertebedir. Bu merhalede sadece kendi bedeni değil, bu dünyada insanın kontrol ve hakimiyeti altına girer. Peygamberlerin mucizeleriyle evliya ve Hak imamlarının kerametleri bu türdendir. Mucize, tekvini velayet ve tasavvuf meselesidir.

    Asayı ejderhaya dönüştürmek, körün gözünü açmak, ölüyü diriltmek, gizli şeylerden haber vermek gibi kainatta tasarruf ve doğaya hükmetme halleri hep tasarruf velayeti sahasına giren işlerdir.

    Bazıları, tekvini tasarruf veya mucizede, kişilik ve iradesinin hiçbir etki ve katkı bırakmadığını, bireyin sadece bir sinema perdesi rolü oynadığını ve o mucizeyi doğrudan doruya Yüce Allah’ın gerçekleştirdiğini ve bu mucizeyi gösteren kimse vasıtasıyla yapılacağını zanneder. Mucize safhasına varan biri için insanın irade ve gücünün sınırlarını aştığını düşünürler.

    Mutlak kudret sahibi olan yüce Allah hiçbir doğal olayı vasıtasız olarak ve doğal seyri dışında gerçekleştirmemekte, sünnetullah genellikle bu minvalde yürümektedir. Kaldı ki bu, tasavvur kur’an nassına da aykırıdır. Zira kur’an gayet net bir ifadeyle, ayet ve mucizeleri bizzat peygamberlerin getirdiğini ve elbette ki bunu, yüce Allah’ın izni ve O’nun iradesiyle gerçekleştirebildiklerini buyurmaktadır.

    Yüce Allah’ın izninin, insanın izni gibi bir işaret ve kanunla veya ahlaki yada sosyal bir yasakla iptal edilebilecek ve engellenebilecek bir izin olmadığı ortadadır. Yüce Allah’ın izni; bir varlığa bir nevi kemal bahşedilmesidir, bu kemal sayesinde o varlık bazı şeyleri yapmaya kadir olur ve Allah Teala isterse bu kemali o insandan alır.

    “... hiçbir peygamber, Allah’ın izni olmadan bir ayet veya mucize getiremez...”

    Bu ayette, mucize ve ayeti getirenin peygamberler olduğu belirtilmekte, amma bunu yüce Allah’ın izniyle yapabildikleri hatırlatılmaktadır. Çünkü kim olursa olsun her varlık, aslında yüce Allah’ın iradesinin mecrası, bu irade ve meziyetin mazharlarından biridir.

    Peygamberler her işte olduğu gibi mucizede de yüce Allah’a bağlı ve O’nun iznine muhtaçtırlar. Sebe kraliçesinin tahtı hakkında şöyle buyrulmaktadır:

    “... yanında kitabın (Levh-i Mahvuz) ilminden biraz bulunan kimse “sen gözünü açıp kapayıncaya kadar o tahtı buraya getiririm” dedi ve taht derhal orada oldu.”

    Kur’an da ki buyrukta o şahsın bu gücü, kemali gücü olarak kullandığı, ama bunun Levh-i Mahfuz’dan aldığı bir bilgiyle gerçekleştirebildiği vurgulanıyor. Yani bu olağanüstü iş, bir bilgi ve ilim sayesinde yapılabilmiş, o ilimde Lavh-i Mahfuz’la irtibatlı oluştan, o da yüce Hakk’ın rızasını kazanabilmiş olmaktan kaynaklanmıştır.

    Görüldüğü gibi, insanın cevheri hareket ve nefisini arıtma yoluyla doğaya hükmedebileceği ve kainat üzerinde tasavvurda bulunabileceği hakikati bizzat kur’an da geçmektedir.

    Bütün bunlar Allah’ın rızasını kazanma ve O’na yakın olma sonucu kazanılan yeteneklerdir. Kim daha yakın olursa doğaya egemen olma güç ve yeteneği de bir o kadar artmaktadır.

    İmam Sadık hazretleri (a.s) Hz. Resulullah’tan (s.a.a) şu kudsi hadisi aktarır:

    “ hiçbir kulum, farzları uygulamakta olduğu kadar benim rızamı kazanıp yakınlığıma nail olabilmiş değildir. Kulum, ben farz kılmadığım halde, sırf beni hoşnud edip rızama mucib olur diyerek müstehap ve nafileleri yerine getirmekte, böylece benim yakınlığımı kazanmaktadır. Benim sevgi ve yakınlığımı kazandığında ben onun duyan kulağı, gören gözü, konuşan dili ve tutan eli olurum. Bu kulum bana dua ettiğinde duasını kabul ederim, benden bir şey isterse veririm.”

    Binaenaleyh yüce insani kemallere ermek ve kamil olabilmek için tek yol, yüce Allah’a ibadet etmektir. Zira ibadet ve kulluğun neticesi, kainatta tasavvuf ve velayette bulunma makamıdır. Çünkü Allah’ın rızasını kazanarak O’nun sevgisine nail olabilen kimse kainatta ve mahlukata velayet edip tüm mahlukat üzerinde etkin olma yeteneğini kazanmış olmakta, yüce Allah’ın izniyle kainata hakim olabilmektedir.
    Feride    Demir
    24:30
    18.09.2008
    Категория: Yazarlar | Добавил: feride (22.09.2008) | Автор: Feride Demir E
    Просмотров: 2468 | Рейтинг: 0.0/0
    Всего комментариев: 0
    Добавлять комментарии могут только зарегистрированные пользователи.
    [ Регистрация | Вход ]
    Axtar
    Linklər